Oduncular, Roy Jacobsen, [Çeviri: Deniz Canefe]

Oduncular’ı okurken Türkiye’de ormanlar yanmaya devam ediyordu. Dolayısıyla kitapta da alabildiğine kesilen ağaçların, insan eliyle patlatılan ormanın, ormanlarla yaşamayı bilmenin ne menem bir şey olduğunu düşündüm. Kitabın etkisi, memleketin yanan ormanlarının verdiği çaresizlik yüzünden artmış oldu.

Ralf Rothmann’ın Baharda Ölmek’ini ikinci kez okuduktan sonra fazla zaman geçmeden bunu okudum, benzer temaları nedeniyle ikisini yanyana düşündüm, düşürdüm. Her ikisinde de felaket bir savaşın ortasında kalmış karakterlerin çaresizliği, inatla bir şeylere tutunup insan kalmaya diretmeleri var. Rothmann’ın karakteri geriye dönük olarak babasının askerliğini hatırlar/yeniden yazarken, Jacobsen’in karakteri savaş kapıyı çalmadan hiçkimseyken, savaş sırasında tutsakların yaşamlarını değiştirip kimsenin fark etmediği biçimde “kahramanlaşıyor”. Kahramanlık herhangi bir şiddet içermiyor, sağ kalmaya çalışarak ve sürekli odun kesip parçalanan nesneleri tamir ederek kahramanlaşıyorlar.

Oduncular’ın orijinal başlığı çok güzel: Yanıp kül olmuş mucizeler kasabası. Romancıkta bir yerde geçiyor. Peki mucize nerede. Mucize tarihin “büyük harfle” yazıldığı gibi Kış Savaşı’ında bin küsur asker ile gerilla savaşı verip elli bin askerlik Sovyet ordusunu Finlandiya için en hayati noktada, Suomussalmi kasabasında yenilgiye uğratmasında değil, savaştan yirmi altı yıl sonra Timo’nun hala anlamaya çalışacağı gibi, kimselerin o alevler arasında fark edemediği çabada.

Rothmann’ı çok çok sevmeme rağmen, Jacobsen’in kitabını okuduktan sonra Baharda Ölmek daha melodramatik kaldı, oysa Rothmann’ın kitabı kesinlikle daha iyi yazılmış kanımca. Atmosfer, karakterler, daha yoğundu. Orada kıyameti andıran savaş sekansları varken, Jacobsen’de savaş hep dışarıda kalıyor, bir uğultu, pencerelerin filan patlamasından başka şiddet yok neredeyse, Ölüler ölürken değil, sonrasında görülüyorlar, buz tutmuş, oraya buraya sıkışmış. Karakterler neredeyse karikatürize. Ama Timo anlatıyı iyi sürüklediğinden, göze batmıyorlar.

Jacobsen’in üçüncü okuduğum kitabından sonra diyebilirim ki, ne anlatırsa anlatsın hemen hemen aynı biçimde anlatıyor. Olabildiğince sade, arada sıklıkla hayata dair -hikayede okuyanı dışarı çıkaran- çıkarımlar yapan bir tarzı var. Bu kitapta da örneğin son bölümlerde aniden üçüncü tekiş şahsa geçip nedenini çok yerinde biçimde aktarmasına rağmen yüksek ihtimal ünlü biri olmasa ortalama bir editör ne bu kardeşim burayı değiştir deyip reddederdi.

Timo’nun kitabın başında köyün delisi olduğunu öğrendikten sonra, aklı başında davranan (siper almaması hariç) tek karakter olmasını tuhaf bulmalıyız belki. Belki deliliği bildiğimiz anlamda bir kayıp ruhtan çok kafada bir şeylerin oturmamış kişiliğine konmuş yanlış tanıdır, ben buna yordum daha çok. Çünkü bu anlamaya çalışma hali kitabın asıl düğümü. Öte yandan, kitabın asıl adında belirtildiği gibi, o kasabada Kış Savaşı’nda bir mucize yaşandı, kitabın tüm gerçekçi anlatımına rağmen mucizede mantık aramamak gerekli.

Çünkü kitapta da dendiği gibi: “Hikayeyi beğenmediysen otur da kendin anlat, lanet herif!”


Posted

in

by

Tags:

Comments

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *